Sansüzsüz İnternet

29 Mart 2010 Pazartesi

yeni video! LGBT Sohbetler 2 - Mazlumder'in son açıklaması - 29-03-2010

Mazlumder İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen, devlet bakanı Selma Aliye Kavaf'ı destekleyen basın açıklaması ve ardından Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal ile Lambdaistanbul'dan Avukat Fırat Söyle'nin katıldığı, Rıdvan Akar'ın CNN Türk'teki "Gündemin Rengi" adlı TV programı hakkında değerlendirme...

LGBT Sohbetler 2 - Mazlumder'in son açıklaması - 29-03-2010

----------------

26 Mart 2010 Cuma

homofobinin kaynağı eşcinseller mi yani?

LGBT temalı, kâh genel gündemden, kâh başka gündemlerden sohbetler

yaygın bir söylem var, "birisi homofobik bir söz söylüyorsa o kişi mutlaka gizli eşcinseldir."

bu videoda bu söylem sorgulanıyor.

-----------

2 Mart 2010 Salı

ne haber'sin ne türk'sün elif şafak

http://www.lambdaistanbul.org/php/main.php?menuID=6&altMenuID=&icerikID=8564#

homo/transfobi tıkırında...

Şafak bence yukarıdaki yazısında öyle çamlar devirmiş ki, sözler yetmiyor eleştirmeye. kendi homo/transfobisini başkalarına, örneğin "kimi edebiyat tarihçilerine" yüklemiş, ki bu da fobinin sinsi bir türü. "ben öyle demiyorum, 'toplum' diyor". :(

yazıdan örnekler:

"En olmadık renkler (eflatun, bordo, turkuaz), en olmadık kumaşlar (şifon, saten, ipek) içindeydi."
(kime göre olmadık?)

"Kimselerin anlamadığı takıntıları vardı: porselen biriktirirdi mesela, mavi-beyaz çay fincanları, yemek takımları."
(kimin anlamadığı 'takıntı'? bir kadın porselen biriktirseydi, şafak yine yine 'kimselerin anlamadığı takıntı' olarak adlandıracak mıydı bu koleksiyon merakını?)

"Hiçbir zaman utanmadı renkli kişiliğinden."
(renkli kişilik? bu televole lisanı bayatlamadı mı?)

"Oscar Wilde'ın sıradışı hayatı"
(yaftalamanın bir yolu)

"annesi tarafından yanlış yetiştirildiği"


"aslında hep bir kız çocuğu olsun istedi. Olmayınca, oğlu Oscar'ı kız çocuğu gibi giydirdi, fırfırlı elbiseler, kurdelalar, şapkalar içinde. Kimilerine göre, annesi böyle bir yol seçmemiş olsaydı Oscar Wilde ne bu kadar rüküş olurdu, ne de gay. Ne böyle şatafatlı giyinirdi, ne de böyle sakıncalı temalar hakkında yazılar yazardı."
('kimileri' kim? neden açıkça 'bana göre' diyemiyor şafak?)

aslında yazıyla ilgili daha yazacak çok şey var ama yorgunum. habertürk yorgunuyum. çünkü az önce habertürk kanalında "hülya avşar soruyor" programını izledim ve bilin bakalım konu neydi?

25 Şubat 2010 Perşembe

"gerçek" cinsiyet - atanmış cinsiyet, biyolojik cinsiyet, hatta biyonik cinsiyet! :p

"doğuştan" sözü ile "doğumda atanmış" söz öbeği arasında bile fark var bence. Yani "doğuştan" lafı, genelde insanların mutlak ve değişmez kabul ettikleri şeyler için kullanılıyor günlük dilde. en azından bende böyle çağrışımları var. doğumda atanmış derken, bu genelde doktor ya da ebe tarafından "kızınız/oğlunuz oldu" cümlesiyle atanıyor. tabii ki dış genital organlar bu konuda mutlak gösterge sayıldığı ve gerisi sorgulanmadığı için (iç genital organlar yüzünden intersekslerin yaşadığı sağlık sorunları var örn.) ebeveynler de bunu kabulleniyor. daha sonra nüfus memurluğunda da ebeveynlerin beyanıyla, belki bir doktor raporuyla da devlet tarafından resmi olarak atama gerçekleşmiş oluyor. ama bütün bunlar, o atanan cinsiyetin gerçek olduğu anlamına gelmiyor. çünkü bence gerçek, o kişinin gerçeğidir, başkalarının dışarıdan bakarak atadığı şey değil. genelde çoğumuz bize atanan cinsiyete göre büyütülüyoruz ve benimsiyoruz. bazılarımız benimsemiyoruz, o noktada sorunlar başlıyor, çünkü devlet, aile, hatta toplum, kişinin kendi gerçeğine saygı duymak üzere değil, kendi doğrularını dayatmak üzere kurulmuş yapılar. en azından şu anki halleriyle böyle. bu durumda da bu kişi, hayatının büyük bir bölümünde, bu kurumlara kendi gerçek kimliğini anlatmak zorunda bırakılıyor.


aslında atanmış cinsiyet her zaman biyolojik cinsiyetle de örtüşmeyebiliyor, örneğin interseks'lerde. bu da dediğim gibi, dayatmaların inadı yüzünden sağlık sorunlarına neden oluyor. bu durumda bile genelde interseks birey bilgilendirilmiyor, bunun yerine doktor-ebeveyn işbirliğiyle kaçak göçek müdahalelerde bulunuluyor. hatta sağlık açısından risk oluşturmayan durumlarda bile bu müdahaleler, sırf biyolojik cinsiyeti atanmış cinsiyete uydurmak için yapılabiliyor, yani haklı çıkmak için, ya da öngörülen iki sabit cinsiyetten birine zorla uydurulmak için.

biyolojik kadın, ya da biyolojik erkek tanımları da bende "biyonik kadın" falan gibi çağrışımlar yapıyor. :) aslında trans ve sis güzel ama sis türkçe'de tutar mı bilemem. (trans olmayanlar için kullanılan, latince kökenli "cis" terimi)

"hissettiği cinsiyet" meselesine gelince, bu biraz tartışmalı bir konu bence, biraz karışık. bendeki çağrışımı şu: "hisler gelip geçici olabilir, ya da dışarıdan müdahaleyle değiştirilebilir", "sen şimdi böyle hissediyorsun ama ne belli bunların gerçek olduğu" gibi bir durum, ya da "aslında kadın ama kendini erkek gibi hissediyor" gibi birşey, ki habertürk'teki seyhan arman röportajında da trans tanımı yapılırken bu basmakalıp hataya düşülmüştü. yani bu biraz o kişinin gerçeğinin başkaları tarafından inkârına gidebiliyor.

bu cinsiyet meselesi, tam olarak değilse de bir parça isim gibi. örneğin birçok insan var, nüfuslarında yazan isimle gerçek (günlük hayatta kullandıkları, kendilerini özdeşleştirdikleri) ismi farklı. bu durumda resmi dairelerde ve dolaylı olarak çoğu zaman insanların algısında da (çünkü aslolan resmi kayıtlardır) o insanın "gerçek" ismi, nüfustaki isim oluyor. medyada da trans kadınların ölüm haberlerinde maalesef sıklıkla rastlıyoruz bu algıya. en son aycan'ın ölümünde yaşadık. Benim dikkat ettiğim kadarıyla kaos gl dışında bütün gazeteler aycan'ın nüfustaki (erkek) adını yazdılar, hatta aynı haberde defalarca. işte size kişinin gerçeğinin inkârının başka bir örneği.

Cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği

Kafamı en çok karıştıran konulardan, cinsel yönelimle cinsiyet kimliğinin farklı ve birbirinden bağımsız kavramlar olduğu meselesi. Ama kendi algılayabildiğim kadarıyla paylaşmak istiyorum. Umarım buradan faydalı, üretken bir tartışma doğar.

Hani saç rengi ve göz rengi gibi. Örneğin sarı saçlı olan biri ille de mavi gözlü olacak değil. ya da sarı saçlı olan kahve gözlü olmak zorunda da değil.

Aynı şekilde kabaca insanlar ikiye ayrılıyor diyebiliriz, trans olanlar ve olmayanlar (trans olmayan için latince "cis" (sis) sözcüğü kullanılıyormuş, bunu birkaç ay önceki ILGA Avrupa konferansında (Dünya LGBT Derneği'nin Avrupa konferansı) öğrendim. Neyse, translar ve sisler. Örneğin ben sis bir erkeğim, bir başkası trans bir erkek. Ama sonuçta ikimiz de erkeğiz.

Bir de cinsel yönelim var. Bu açıdan da kabaca üçe ayrılıyor insanlar: biseksüel, eşcinsel, karşıcinsel (heteroseksüel). Örneğin ben eşcinsel bir erkeğim çünkü ağırlıklı olarak erkeklerden hoşlanıyorum (hoşlandığım erkekler trans ya da sis olabiliyor).

Diyelim benim bir arkadaşım olsun. Adı Ahmet olsun. Kendisi de her iki cinsten de hoşlanıyor olsun. Bu durumda Ahmet biseksüeldir. Ahmet'in trans bir erkek olması, biseksüel olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü "Ahmet kimden (hangi cinsten) hoşlanıyor?" sorusuna verdiğimiz yanıt, onun cinsel yönelimini belirler (biseksüel). "Ahmet'in cinsiyet kimliği nedir?" sorusu da doğumda atanmış cinsiyetiyle gerçek cinsiyeti arasındaki durumu belirler. Gerçek cinsiyeti erkektir, ama doğumda belki ona (dış genital organlarına bakılarak) Ayşe adı ve kadın cinsiyeti atanmıştır. Bu durumda Ahmet transtır. Eğer doğumda erkek cinsiyeti atandıysa o zaman Ahmet sis'tir. Yani Ahmet, örneğin, sis biseksüel bir erkektir. Yani üç ayrı sıfatı oluyor Ahmet'in: cinsiyet, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim.

Bu benim anladığım şekil. Bilmiyorum sizler ne düşünürsünüz, ama bu kavramları serinkanlılıkla tartışmak yararlı olur gibi, çünkü özellikle trans tanımını yazılı dile dökmede ben şahsen hep zorlanmışımdır. Bu da bence LGBT mücadelesinde T'yle ilgili düşünmelerin, tartışmaların azlığından kaynaklı sanki.

8 Ocak 2010 Cuma

Nişanyan'ın Taraf'tan kovulması

Ben açıkçası bir süredir Türkiye'deki hiçbir günlük gazeteyi pek beğenmiyorum, gönül bağı beslemiyorum. Hiçbirinin de basın etiğinin temel ilkelerini pek fazla umursamadığını düşünüyorum. Kısa bir dönem heyecanla takip etmiş olmakla birlikte Taraf'tan da genel olarak hazetmiyorum, diğerlerinden haz etmediğim gibi. Bir defa cinsiyetçilik ve LGBT konusunda duyarsızlık, yani kısaca "eril dil", istisnasız tüm gazetelerin muzdarip olduğu bir illet. Taraf'ın benim için bittiği an, Etyen Mahçupyan ve birkaç başka önemli yazarının, Nişanyan'ın karısının kafasından aşağı bok dökme (mecazi bir eylem değil) olayında Nişanyan'a ciddi destek çıkmaları, feministlere fırça çekmeleri oldu. Bu olaydan kısa süre sonra da, nispet yapar gibi Nişanyan'ı gazetede yazar yaptılar. Nişanyan da zaten aldığı destekle birlikte, yaptığı olaydan pişmanlık duyduğunu göstermedi.

Şimdi bu alıntılanan bölümde Nişanyan'ın sözleri bence hakaret değil. Bence oldukça da doğru, bu konu Türkiye'de tabu ve ben kendimi bildim bileli hep de öyle oldu. Kadına yönelik şiddet uyguladığında agresif bir biçimde yanında olanlar, şimdi dini sorguladığı yazı yüzünden Nişanyan'ı kovdularsa, bu artık Taraf'ın neyden yana taraf olduğunu açıkça gösteriyor. Ordu eleştirisi yapmaya gelince (ki tabii çok ihtiyaç var bu ülkede) o zaman sınır yok, ama iş çoğunluğun dinini sorgulamaya gelince, o zaman aniden frene basılıyor. Bu da Taraf'ın tarafını açıkça gösteriyor.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Burası sigara içenlerin dünyası

"herkesin zararı kendine" diyorlar ama öyle değil. ben sigara içmiyorum. etrafımda beni sigara içmeye zorlayan ortama rağmen içmemeyi seçebildim. binlerce neden vardı beni ve herkesi sigaraya iten. cool çocuk olmamayı göze aldım, oyunbozan olmayı göze aldım. yanlış anlamayın, çok zeki olduğumdan ya da özel olduğumdan falan değil, sadece bir şekilde şanslıydım, neden ben de bilmiyorum. ama aynı zamanda hayatım boyunca, etrafımda neredeyse herkes sigara içtiği, içmeyenlerin de ya sigara içenleri savunduğu, onlara göre kendi yaşamını düzenlediği, ya da en azından ses çıkaramadığı bir düzende büyüdüm. zaman zaman kısıtlamalar geldi toplu yerlerde sigara içilmesine. ama çoğunlukla uygulanamadı, uygulanmaya da pek çalışılmadı. on yıl kadar önce getirilen yasak, tüm kapalı alanlarda sigarayı yasaklıyordu ama yasa çıkar çıkmaz zamanın cumhurbaşkanı demirel "kaptan içecek tabii" diyerek tüm toplu taşıma araçlarının şöförlerini, bildiğimiz yalaka yolcu ağzıyla, üstelik millet meclisinin yeni çıkardığı, kendisinin de onayladığı yasayı delmeye davet etti. imam naaparsa, halk ne yapmaz? yine de bu yasanın tek bir faydası oldu; şehirlerarası otobüslerde yolcular artık sigara içememeye başladı. ben ve herkes de nefes alabilmeye başladı, bazen 12-13 saat süren yolculuklarda. oysa yasadan kısa bir süre önce şehirlerarası bir otobüste, bir saatlik yemek molasının hemen ardından otobüse binip peşpeşe onlarca insanın ardarda yaktığı sigaraların dumanını, kendim seçmediğim halde içime çekmek zorunda kalan ben duruma isyan ettiğimde, orta yaşlı bir beyden hayat dersi almıştım: “burası türkiye, alışacaksın, mecbursun benim dumanıma katlanmaya, benim özgürlüğüm var”. Ne acı ki insanlar kendiliklerinden bilinçlenmediler, bu gayrıinsani durumu bir yasa sonlandırdı. Dumanının, pek çok başka zararın yanında, öldürdüğü bilimsel olarak çoktan kanıtlanmış, paketlerinin üstünde bile yazan bir ürünün kapalı yerlerde, benim gibi hiç sigara içmemeyi seçen insanları zehirlemek bahasına içilmesi özgürlüğünü savunmak, cinayeti savunmak. bu kadar açık bir gerçek varken ortada, biz hala esnafın “sigara içirtmezsem iflas edeceğim” isyanının ardına sığınıp, kendi oturduğumuz her yerde, canımız çektiği zaman, iki adım yürüyüp dışarı çıkmak zahmetine katlanmadan, başkalarını zehirlemek bahasına öldürücü ürünümüzü tüketme zevkimizi savunuyoruz. Diyoruz ki, “barlarda 18 yaş altı kimse yok nasılsa, 20 yaşındakileri, 40 yaşındakileri, 60 yaşındakileri zehirlememize engel olmayın, bu bizim en doğal hakkımız, özgürlüğümüz”. Arkadaşlarımıza diyoruz ki, “benimle dışarı çıkmak istiyorsan, benim dumanımdan zehirlenmeyi kabul etmek zorundasın. yok eğer benim seçimlerim yüzünden yavaş yavaş ölmek istemiyorsan, umurumda bile değilsin, dışarı çıkma o zaman. ya evde yalnız başına otur, ya da benimle gez ve benimle öl.” Kırk yılda bir cesaretini toplamış, uzun ve cansıkıcı, çoğu zaman da sonuçsuz bir tartışmayı göze almış bir arkadaşımız, “o sigarayı şu an/burda/diğer beş kişi tam da yeni sigara yakmışken yakmasan?” dediğinde diyoruz ki: “A aa, seni rahatsız mı ediyor?”, “A aa, sana geliyor mu ki?”, “Aa, sen de, bu ülkede yaşıyorsun, alış artık bunlara”, “Peki benim (canım çektiği yer ve zamanda, çevremdekileri hiç takmadan) sigara içme özgürlüğüm ne olacak? Sen bana faşizm uyguluyorsun, bana baskı kuruyorsun, özgürlüğümü elimden alıyorsun, bana 'o sigarayı dışarda içip gel' diyorsun, nasıl istersin benden böyle birşey? Utanmıyor musun?” Sonuç olarak kırk yılda bir toplanmış o cesaret ne oluyor biliyor musunuz? Un ufak oluyor. Hatırlıyor o insan, burası kime ait... Burası sigara içenlerin ülkesi, sigara içenlerin dünyası. onlar ki, tuvalet gibi temel, ertelenemez, yaşamsal ihtiyaçları geldiğinde bile kalkıp tuvalete gidiyorlar, ama sigara içesi geldiğinde dışarı çıkmayı reddediyorlar, bunun için “özgürlük mücadelesi” veriyorlar. Peki sizin sağlık özgürlüğünüz ne oluyor? Kimin umrunda? Burası sizin dünyanız değil, sigara içenlerin dünyası.